28 Ocak 2010 Perşembe

Araba Sevdası - Recaizade Mahmut Ekrem


Üniversite sınavına hazırlanırken edebiyat dersinde ezberlediğimiz ve eminim herkesin bildiği bir kaç önemli roman vardır Türk edebiyatında bazı yönlerden ilk oldukları için.
Mesela ilk psikolojik roman deyince kim geliyor aklımıza, Mehmet Rauf'un Eylül romanı değilmi, batılı anlamda ilk roman ise Halid Ziya Uşaklıgil'in Mai ve Siyah'ıdır.
Birde ilk gerçekçi roman vardır edebiyatımızda o da Recaizade Mahmut Ekrem'in Araba Sevdası.

İşte böyle hap yapılıp bize yutturulan ve pek derinliğine inilmeden şıklardan seçmeye yönelik ders sistemimiz içinde aklımda sadece isimlerinin kaldığı bu romanlardan Araba Sevdası'nı görüp almıştım birkaç yıl önce. İsmen tanışıyoruzda dahada yakınlaşalım diye.

Fakat o kadar zevkle okudumki, ben zaten Osmanlının son dönem hikayelerine düşkün olduğum için baştan beni cezbetti sahne ve hikaye.

Roman, Bihruz bey adında bir züppenin alafranga düşkünlüğünü, parasını giyim kuşama gösterişe harcayışını, yarım yamalak bildiği Fransızcasıyla esnafa hava atmaya çalışmasını ve arkadaşları tarafından alay konusu oluşunu anlatıyor. Bu genç delikanlı aynı zamanda çok saf ve herşeye kolaylıkla inanabilen çocuk ruhlu biri.

Roman İstanbul'un mesire yerlerinde özellikle Bihruz Bey'in arabasıyla hava atmak için en çok gitmekten hoşlanığı yer olan Çamlıca tepesinde geçiyor.

Birgün burada önünden geçen landoda gördüğü bir kıza aşık olur, ve hiç tanımadığı ve birdaha görmediği bu kıza öyle bir aşık olurki, onun aşkıyla günler geceler boyu yanıp tutuşur birde üstüne daireden bir arkadaşı onu kandırıp bu kızı tandığını ve onun öldüğünü söyleyince hayal dünyası iyice yıkılır, ta ki kıza biryerde rastlayana kadar.

Roman esas olarak batılılaşmayı eleştirirken trajikomik olaylarla okuyucuyu Bihruz Bey'in düştüğü durumlarla eğlendirmekte hemde acınası bu karakterin dramını gözler önüne sermektedir.

27 Ocak 2010 Çarşamba

New York Üçlemesi - Paul Auster


Çok sevdiğim bir yazar olan Paul Auster'ın New York Üçlemesi altında toplanan Cam Kent - Hayaletler - Kilitli Oda adlı kitaplarıyla ilgili düşüncelerimi www.artimetre.com'da okuyabilirsiniz.

22 Ocak 2010 Cuma

Zaman Satan Dükkan


Beni tanıyanlar bilir, Büyükada'yı oldum olası çok severim. Orada hiç yaşamadım, ne bir akrabamız oldu yaşayan ne de eş dost, yinede Büyükadaya gitmek beni çok mutlu eder.

Orası yaşayan bir masaldır, dantel kıyafetli evler, parke caddeler, rengarenk parlak deriden yapılma koltuklarıyla kenarlarında yapma çiçekli, süslü at arabaları, hele baharda açan mimozalarda olunca mis kokulu bir diyardır benim için.

Bir bisiklet kiralayıp adanın arka taraflarına doğru gittiğinizde çamlardan oluşan koruyu arkanıza alıp denizi tepeden seyrederken doğayla çevrelenmiş olarak tamamen kendinizle başbaşa kalabilirsiniz. İşte belki o zaman düşünürsünüz ada kimlere ev sahipliği yapmıştır, ne hikayeler bilmektedir.

Sessizliğe bürünmüş bir geçmiş gizlenmektedir adada. Huzur doludur. Ahşaptan iki üç katlı zarif ve vakur duruşlu evler kimbilir ne güzel bir hayat sürmüşlerdir.
Büyükada, kardeşçe ve dostça yaşamın örnek gösterileceği dönemlere sahiptir. Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Yunanlılar, Levantenler, Maltalılar, İngilizler, Ruslar, İtalyanlar, Araplar, Fransızlar, Almanlar, Kürtler, Lazlar, Müslümanlar bir dönem beraber ve uyum içinde kendi geleneklerini sürdürerek, birbirlerine öğreterek bir kültür mozaiği oluşturarak yaşamışlardır.


Zaman Satan Dükkan kitabında Büyükadadaki yaşama dair anılar anlatılmakta kısa kısa. 1950 liler, 60 lar dönemi. Benim bilmediğim yaşamadığım bir dönem.
Şimdiyle kıyaslayınca aslında zor bir dönem, yokluk dönemi, kalkınmaya çalışma dönemi, siyasi karmaşanın yaşandığı, teknolojinin gelişmediği bir dönem, amaaaa bunun yanında insan ilişkilerinin çok daha kuvvetli, sıkı ve samimi olduğu bir dönem.

Geleneklerin hissedilerek ve heyecanla yaşatıldığı, akrabalık, komşuluk ilişkilerinin güçlü olduğu, çocukların sokaklarda rahatça oynadığı, oynarken yaratıcılığını kullandığı (çünkü oyuncak yok), fiziksel ve ruhsal olarak daha çok geliştiği bir dönem. Eğlence anlayışı basit ama birlik ve beraberliği sağlayıcı, sohbetlerin bol olduğu, paylaşımın yüzyüze olduğu bir dönem. Cambazhaneler, ortaoyuncular, hele birde buna farklı kültürleri eklerseniz düşünün renkliliği.

Mozaiği oluşturan her parçanın, inancını ve geleneklerini yaşattığını ve bunu herkesin heyecanla samimi olarak paylaştığı bir ortam Büyükada. Bayramlar, Noel, paskalya, yortular, hamursuz haftası, zadik, vs beraberce kutlanmış.
O zamanlar şimdilerde kalmayan seyyar satıcılarda var, bohçacı, iğneci, makaracı, lağımcı (!), sakacı (sucu), yoğurtçu, leblebici, yorgancı, kırık tabak tamircisi, muslukçu, tenekeci, kalycı, eskici, sülükçü (!), sokaklar bunların sesleriyle gün boyu inliyor.

O dönemde Büyükadada gezinmek isterseniz Fıstık Ahmet Tanrıverdi'nin anılarıyla bir tura çıkmanızı öneririm.
Belki çocukluğunuza dair size de bazı şeyler anımsatır veya o dönemle ilgili anne babalarımızın nasıl yaşadığına dair fikriniz olur.

21 Ocak 2010 Perşembe

Blindness Filmi

Ne, nasıl, niçin diye soruları bir kenara bırakarak seyredilmesi gereken bir film bu. Bittiğinde hala bazı sorularınız cevap bulmayacak ama önemli olan zaten bu sorular da olmayacak. Bir olay sonucunda oluşan durumun insanları ne hale getirdiği asıl olan.


Bir gün arabanızı kullanırken birdenbire gözleriniz göremese, hiçtanımadığınız biri arabanızla sizi evinize bırakmayı teklif etse ve siz yol boyunca korku ve çaresizlik içinde kendinizi evinize ve ailenize ulaşmaya çalışırken bulsanız. İşte filmin açılış sahnesi. Böyle bir açılışla, insanın kendini en güvensiz hissedeceği an herhalde gözlerini kaybettiğinde diye düşündürttü bana.

Film, daha sonra bu kişinin gittiği doktorun ertesi sabah kör olmasıyla bu durumun bulaşıcı ve yayılmakta olduğunun anlaşılması ve enfeksiyon kapan kişilerin karantina altına alınmasıyla devam eder.

Önceleri koğuşlarda birkaç kişi varken zamanla körleşmiş insanlarla dolup taşar. Sadece doktorun eşi (Jullianne Moore) bu hastalıktan etkilenmez ve eşini bırakmak istemediği için görebildiğini herkesten saklayarak onlarla kalır. Bir suçlu gibi muamele gören, hiçbir tıbbi destek alamayan, ve kendilerine yetersiz yiyecek verilen bu çaresiz, umutsuz ve terkedilmiş insanlar hertürlü işlerini kendileri halletmek zorundadırlar.

Bir müddet sonra pislik, besinsizlik ve ilaçsızlık yüzünden hastalıklar ve ölümler baş gösterir. İşte bu noktada kaos kendi düzenini yaratmaya başlar. Yeni gibi gözüken kurallar aslında yıllardır evrimleşenlerden farklı değildir. Güçlünün güçsüzü sömürdüğü, kısa yoldan kaynaklara sahip olmak için her türlü zorbalığın ve çeteleşmenin oluştuğu bir düzen ortaya çıkmıştır.

Zaman zaman ekranın beyaz ışıkla dolması, net olmayan görüntüler veya karanlıkta sadece seslerin duyulduğu sahnelerle seyirciye körlerle empati kurmaya yönelik görsel teknikler kullanılmış.

Film seyircinin çoğu zaman içini şişiriyor doğrusu, bazı sahnelerin bukadar uzatılmasının pek anlamı yok bana kalırsa, zaten işin boyutunu ve güce sahip olanın kontrolünü nasıl kaybedip insanlıktan çıktığını gayet güzel anlatıyor ve bunu görsel olarak sürdürmek izleyiciyi boğmaktan başka işe yaramıyor.
Baştada söylediğim gibi pekçok sorunuz havada kalacak, ama sonunda şunuda göreceğiz ki, yaşanması en zor durumlar bile bazı insanlar için hayatta kendini faydalı hissetmesini sağlayacak bir ortam yaratabiliyor.

Eğer toplumları etkileyen hastalık, saldırı, savaş, felaket tarzı filmleri seviyorsanız bu da değişik bir yaklaşım olarak ilginizi çekebilir.

Filmin Künyesi
Yönetmen: Fernando Meirelles
Oyuncular: Julianne Moore

                 Mark Ruffalo
Gösterim Yılı: 2008
2008 Cannes Film Festivalinin açılış filmi

19 Ocak 2010 Salı

Up in the air - Bir George Clooney filmi



Altın Küre'de en iyi senaryo dalında ödül alan "Up in the air" adlı film ile ilgili düşüncelerimi www.artimetre.com da okuyabilirsiniz.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Altın Küre Ödülleri 2010 Verildi


Altın Küre Ödülleri dün sahiplerini buldu. Bu ödülleri hangi kuruluş nezamandan beri veriyor, tarihçesi nedir diye merak ettim. Araştırdım, şöyleki:

HFPA (Hollywood Foreign Press Association) yani Hollywood Yabancı Basın Kuruluşu tarafından 1944 yılından beri Altın küre adı altında bu ödüller verilmektedir. HFPA İngiliz Daily Mailde çalışan bir muhabir tarafından kuruldu. Amacı din ve ırk ayrımı yapmayan bir organizasyon kurmaktı. Başlarda yabancı film endüstrisinin önemi anlaşılamadığından bazı zorluklar yaşanmıştır. Yaptıkları ilk önemli etkinlik İkinci dünya savaşı sonrası Avrupa'ya yiyecek, kıyafet ve ilaç götüren "Friendship Train" e sponsorluk yapan Warner Bros'un sahibine bir plaket vermek olmuştur.

İlk film ödülleri ise 1944 yılında verilmiş olup Jennifer Jones en iyi kadın oyuncu ödülünü "The Song of Bernadette" isimli filmle almış ki aynı zamanda bu film en iyi film ödülünü kazanmıştır.
1955 ylından itibaren ise en iyi televizyon programları dalı eklenmiş oldu.

Günümüzde Altın Küre 25 dalda ödül dağıtmaktadır. 55 ülkeden toplam 250 milyon okuru bulunan üyeleri mevcuttur. Örnek olarak İngiltere'den Daily Telegraph in England, Fransa'dan Le Figaro, İtalya'dan L'Espresso,Almaya'dan Vogue, China Times ve pan-Arabic dergisi Kul Al Osra). Türk üyesi maalesef yok.
HFPA kar gütmeyen bir organizasyon olup elde edilen gelirler yine film ve eğlence endüstrisine bağışlanmaktdır. Bugüne kadar yaklaşık 11 milyon Dolar bağış yapılmıştır.

Altın Küre'de bugüne kadarki çarpıcı başlıklar ise şöyle, (Milliyet gazetesinden alıntıdır.)

- Şu ana kadar beş film, her biri beşer ödül alarak Altın Küre tarihinde en çok ödül alan yapımlar olarak tarihe geçti. Bunlar “Doctor Zhivago” (1966), “Love Story” (1971), “The Godfather” (1973), “One Flew Over the Cuckoo Nest” ve “A Star is Born” oldu.

-1976 yılında “Nashville” filmi tam dokuz dalda aday olarak rekor kırdı. Ancak sadece bir ödül alabildi.

-En fazla ödül kazanan sanatçı Jack Nicholson. Onun altı ödülü var. Beş ödüllü isimler ise Francis Ford Coppola, Shirley McLaine, Oliver Stone ve Rosalind Russell.

-Altın Küre ödüllerini kazandığı halde reddeden bugüne dek tek oyuncu var: Marlon Brando. Brando 1973’te hem Altın Küre’yi hem de Oscar’ı kazanmış ancak Amerikan emperyalizmi ve ırkçılığını protesto etmek için reddetmişti. Hangi filmle mi? Tabii ki “The Godfather” yani efsanevi “Baba” filmi ile.

Gelelim dün açıklanan sonuçlara, bildiğim filmlerle ilgili yorumlarımı sonra yapıcam.
En İyi Film (Drama): Avatar
En İyi Erkek Oyuncu (Drama): Jeff Bridges (Crazy Heart)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Sandra Bullock (The Blind Side)
En İyi Film (Müzikal-Komedi): Felekten Bir Gece (Hangover)
En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes)
En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Meryl Streep (Julie & Julia)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Soysuzlar Çetesi)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'Nique (Precious)
En İyi Yönetmen: James Cameron (Avatar)
En İyi Senaryo: Aklı Havada (Jason Reitman, Sheldon Turner)
En İyi Animasyon: Yukarı Bak (Up)
En İyi Yabancı Film: The White Ribbon (Michael Haneke - Germany)
En İyi Müzik: Michael Giacchino (Yukarı Bak)
En İyi Şarkı: Ryan Bingham and T Bone Burnett - The Weary Kind (Crazy Heart)
En İyi Dizi (Drama): Mad Men
En İyi Erkek Oyuncu (Drama): Michael C. Hall (Dexter)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Julianna Margulies (The Good Wife)
En İyi Dizi (Müzikal-Komedi): Glee
En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Alec Baldwin (30 Rock)
En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Toni Collette (United States Of Tara)
En İyi Mini Dizi: Grey Gardens
En İyi Erkek Oyuncu (TV filmi veya Mini Dİzi): Kevin Bacon (Taking Chance)
En İyi Kadın Oyuncu (TV filmi veya Mini Dİzi): Drew Barrymore (Grey Gardens)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Dizi, TV filmi veya Mini Dİzi): Chloe Sevigny (Big Love)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Dizi, TV filmiveya Mini Dİzi): John Lithgow (Dexter)

13 Ocak 2010 Çarşamba

Sokak Sanatı

Yaklaşık 10 sene önce Viyana'da staj yaptığım dönemde sokakta yeteneklerini sergileyip para toplayan insanları gördüğümde çok ilgimi çekmişti. Gri parlak kıyafetiyle robot kılığında ve bir platformun üzerinde kıpırdamadan duran, para atıldığında jestini yapan biri, çalan müzik eşiliğinde kukla oynatıcısı, saksafon çalan yaşlı teyze, kafalarının üzerinde dönen hiphopcu çocuklar, country müziği yapan amcalar, ama en çok ilgimi çeken klasik müzik icra eden flüt, keman, çello triosu.
Herbiri bir köşe tutmuş hergün saatlerce mesai yapıyorlardı. Günün sonunda nekadar kazanıyorlardı bilmiyorum. Yani bunu bir meslek olarak kullandıklarına göre hemen kabaca bir hesap yapsak saatte 5 euro olsa günde 10 satten 50 euro, ayda 20 günden 1000 euro eder ki bence kötü senaryo üzerinden hesapladım fena para değil gibi:)

Paul Auster New York Üçlemesinde bu tip insanlara sokak dilencilerinin burjuvazi grubu demektedir. Ben o kadar da acımasız düşünmüyorum doğrusu. Hatta onlara saygı duyuyorum.

Son bir kaç yıldır Bağdat Caddesi ve Beyoğlu'nda da bu tarz yeteneklerini sergileyenler çoğalmaya başladı. Önceleri Paul Auster'ın tanımına uyan örneğin saz, kaval, flüt veya akordeaon çalıp üç beş şarkılık repertuarıyla kaldırımlarda yer alan fakir olduğu görünümünden belli kişiler varken şimdilerde daha kaliteli gösteriler yapan ve iyi giyimli insanlar çoğalmaya başladı. (Yanişimdi sevinmelimi bilmem, işsizliğin cilvesi)

Aslında sokak sanatı tanımı altında, kaldırımlara 3 boyutlu resim yapan sanatçılar yeralmaktalar. Biraz araştırdım, web sayfalarını bulabildiğim bir kaç artist var, örneğin Edgar Müller, Julian Beever, Kurt Wenner.
Kaldırımlara yapılan resim sanatı, yeni gibi gözükse de aslında 16.yy da Avrupada çok yaygındır ve Italy kökenli olduğu düşünülmektedir. Bu tarz sanatçılar şehir şehir dolaşır festivallerde yer alır ve genelde kiliseyle ve Hz. Meryem ile ilgili resimler çizerlerdi. Savaş yıllarında sayıları azalan bu sanatçılar son zamanlarda Italya'da düzenlenen uluslararası sokak sanatçıları festivalleriyle bu geleneği sürdürmeye devam etmektedirler.

Türkiye'de 2007 yılından itibaren Sokakta Şenlik adlı bir etkinlik düzenlenmekte.

Şimdi sizi yukarıda bahsettiğim birkaç artistin eserleriyle başbaşa bırakıyorum.














12 Ocak 2010 Salı

Penelope Cruz ve Kırık Kucaklaşmalar

Bu hafta vizyona giren ve Penelope Cruz'un başrolde oynadığı film ile ilgili düşüncelerimi http://www.artimetre.com/2010/01/11/kirik-kucaklasmalar-los-abrazos-rotos/da okuyabilirsiniz.

10 Ocak 2010 Pazar

Küçük Prens


Birbirimizle nasıl iletişim kuruyoruz? Konuşarak, yazışarak, bakışarak? Doğru ama bir yöntem daha var. Henüz bilinçli yapamasakda çoğumuzun başına geliyordur. Düşünce yoluyla evet! Birini düşündüğümüzde bizi araması veya karşılaşmamız gibi. Ben bu tip bir iletişimi çok yakın olduğum kişilerle daha sık yaşıyorum ,örneğin eşimle, annemle, kardeşimle.


Geçen gece düşünüyordum, Küçük Prens'i tekrar okuyayım ve blogumda onunla ilgili yazı yazayım diye. Çocukken genelde okuduğumuz bir kitap olmasına rağmen yetişkin gözüyle tekrar okunması gerektiğini düşünüyordum. Ertesi gün sevgili kız kardeşim ve dostum D. bir hediye paketiyle bu kitabı bana hediye ettiğinde çok şaşırdım. Ben almayı düşündüğüm için "uzaya" gönderdiğim bu bilgi ona mı ulaştı, yoksa o kitabı aldıktan sonra ben mi kaptım bu bilgiyi ve bu kitap aklıma düştü, bu noktayı ve zamanlamayı çözemedim ama "uzay" aracılığıyla bir iletişim kurduğumuz kesin. Bir ara bu konuyu (telepati) araştırıcam.

Kitaba kavuşma hikayem böyle ama biz asıl dönelim kitaba.


Küçük bir astreoidde minik volkanları ve gülüyle yaşayan bir çocuk birgün keşfetmek için uzayda seyahate gider ve sonunda dünyaya da gelir. Orada çöle zorunlu iniş yapan bir pilotla bir süre arkadaşlık ederler, pilot onun yaşamıyla ilgili bilgiler toplamaya başlar.

Konusu kısaca böyle olan hikayede öğretici veya farkındalık yaratacak çok şey var.

Okuduktan sonra şöyle bir düşünüyor insan benim kendi dünyamda neler var.

Dünyalarımız zaman içinde şekil değiştirebilen yapıdalar bazen genişliyor bazen küçülüyorlar. Sevgiyle, bilgiyle, hayallerle genişlerken, endişelerle, korkularla, hırslarla küçülüyorlar.
Zamanı yadsıyarak yaptığımız davranış ve işler amacından çıkarken farkında bile olmuyoruz. "Daha iyi yaşıyayım" diyerek bugünün kalitesini düşürüp bilmediğimiz bir geleceğe yatırım yapıyoruz. Bir demet çiçeğimizi kocaman bahçelerde yaşatmak, etrafına fıskıyeli havuzlar kurmak, binbir çeşit bitkilerle donatmak için bugün sulamayı unutuyoruz. Belki sonunda bahçe yapacak hale gelindiğinde çiçeğimiz bitkinlikten sararmış olabiliyor.

Küçük Prens'in seyahatlerinden etkileyici bir konuşma:


“ İçki içiyorum “ diye yanıtladı adam kederli bir biçimde.
“ Neden içki içiyorsunuz?”

“Unutmak için.”

Küçük prens adamın durumuna üzülmüştü.

“ Neyi unutmak için? “

“ Utandığımı “ diye yanıtladı adam.

Yardım etmek isteyen küçük prens,

“ Neden utandığınızı? “dedi.

“ İçki içmekten “ diye yanıtladı  
 
Bir paradoks içinde yaşamak aslında kolay bir seçimdir. Zaman zaman gözümüzü açıp dünyamızda biraz dolaşmalı ve neyi neden yaptığımızı anlamaya çalışmalıyız.
 

Küçük Prens'in gezegenine bir gün bir gül tohumu gelir ve zamanla büyür, ve Küçük Prens'in en değerli varlığı olur. Küçük Prens dünyada bir gül bahçesiyle karşılaşınca önce şaşırır, çünkü kendi gülünü eşsiz ve tek sanmaktadır fakat daha sonra kendi gülünün önemini farkeder, çünkü o onundur, onu rüzgardan, tırtıllardan korumuş, onun hertürlü davranışını mazur görmüştür, ona emek harcamış onu sevmiştir, işte onu farklı kılan budur.
Şöyle der:
 
Senin oradaki insanlar, dedi Küçük Prens, bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ama yine de aradıklarını bulamıyorlar. Aslında aradıkları tek bir gülde, ya da bir damla suda bulunabilir. Ama kördür gözler. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir.
 
Şimdi biraz duralım dünyamızda bir gezintiye çıkalım, kendi güllerimizin farkına varalım, ve hergün genişlemeye gayret edelim.
Sevgiler,
 
 
 

6 Ocak 2010 Çarşamba

Kısa Kısa Sanat Haberleri

Kendi ajandıma alıyormuşcasına aşağıda sıralayacağım etkinlikler belki ilginizi çekebilir. Benim için hepsini takip etmek mümkün değil ama bu etkinliklere katılanlar olursa paylaşırlarsa sevinirim.

1) 15 - 17 Ocak tarihleri arasında Japon Filmleri Festivali Maçka Cinebonus G-Mall sinemasında ücretsiz olarak yer alacak. 7 tane Japon kültürünü sergileyecek film gösterimde olacak. 
(Bir geyşanın anıları filmini çok beğenmiştim, her nekadar Spielberg filmi olsa da, masalsı bir tadda anlatılsa da ve de günümüzden 80 yıl öncesinin hikayesi olsa da Japon kültürünü sergilemekteydi. Ben çok zarif, kırılgan ve saygılı buluyorum Japon halkını ve günümüzdeki yaşantılarınıda merak ediyorum bu yüzden en azından 1 film izlemeyi düşünüyorum.)

2) 7- 21 Ocak tarihleri arasında Akbank Sanat'ta Barok Müzik Günleri kapsamında dünyaca ünlü müzisyenler 4 ayrı konser verecekler.
(Barok müzikle ilgili kısa bir bilgi: Dönemi 1600-1750 yılları arasıdır. Rönesans döneminin müzik yapısı, tekdüze olması örneğin çalgıların eseri aynı anda başlayıp aynı anda bitirmesi şeklindedir, ses seviyesi ise hep korunmuştur. Barok dönemde müzik daha karmaşık bir yapıya bürünür ve ses seviyesi sürekli değişmektedir. En önemli sanatçıları arasında Johann Sebatian Bach, Mozart, Haydn sayılabilir.)

3) Rahmi Koç Müzesinde Küratör David Pilosof tarafından derlenen farklı ülkelerden ödüllü fotoğraf sanatçılarına ait sualtı fotoğrafları sergilenmekte.
(Ben 1 yıldız dalıcıyım, ve denizin altının ne muhteşemlikte olduğunu çok derinlere ulaşma yetkisine henüz sahip olamasamda biliyorum. Bu dünyayı resimlerle ve belgesellerle keşfetmek içi tavsiye ederim.)

4) 3 boyutlu filmler 2010'da çoğalıyor. Çok talep görmesi üzerine yeni 3 boyutlu filmler yakında vizyonda olacak. İşte bazıları: Tim Burton’ın "Alice Harikalar Diyarında" ve Zack Snyder’in yönettiği "Guardians of Ga’Hoole", "Piranha"  ve "13. Cuma" filminin üç boyutlu yeni versiyonunun da gösterime girmesi bekleniyor.
 2010’da üç boyutlu olarak gösterime girecek filmlerden biri de "Testere 7". Peter Jackson’ın yapımcısı olduğu Steven Spielberg’in yönettiği "Tenten- Tekboynuz’un Sırrı" filminin de 2012’de gösterime girmesi bekleniyor.

Şimdilik bukadar. Ruhumuza afiyet olsun.

5 Ocak 2010 Salı

İlkbahar Yaklaştı!!!!?

Bu hafta İstanbul'da kar beklenirken ilkbahar yaklaştı mı :P
Bence yaklaştı çünkü sonbahar bitti ve kış geldi, demek oluyor ki bu da sırada ilkbahar var. 
Ben sabah güneşi görünce aktivize oluyorum ogün yapacağım birçok şey buluyorum en çok da yürüyüş yapmayı seviyorum, özellikle deniz kenarında, herşey parıl parıl gözüküyor, doğada yükselen enerji benide şarj ediyor.
Özellikle Suadiye sahilde mis kokulu denizin kıyıya sessizce uzanıp geri çekildiği noktada kumların üzerinde en basitinden masa ve sandalyelerde oturup çay içerek fışırdayan su sesini dinlemeyi bekliyorum. Güneşle, tam formuna kavuşmamış sadece bir ışık hafif bir ısı ve bol enerji kaynağı dönemindeyken karşılıklı bakışıyoruz. Yanımda kitabım dergim ve sevdiklerim. Çiçekleride unutmamak lazım, doğa renklerini dört bir yana dağıtmış görmemizi bekliyor.
İşte bende görebildiğim ve çekebildiğim bazı güzellikleri derledim. Geleceği hatırlatsın bize, çok yakın geleceği.



4 Ocak 2010 Pazartesi

Amanvermez Avni

Bu kitabıda arşivime almayı hatırladığıma sevindim, evde aradım ama bulamadım acaba birine mi verdim, mutlaka bulmalıyım tekrar okumak isterim.
Şans eseri karşıma çıkmıştı, hemen almıştım. Ben eski İstanbul hikayelerine bayılırım, yani Cumhuriyet öncesi Osmanlı döneminin sahne olduğu ve özellkle İstanbul'da yaşayan halkın hayatlarını anlatan kitaplar ilgimi çeker.
Bunun yanında Agatha Christie ve Sherlock Holmes kitaplarınıda çocukluğumda çok okumuş olup dedektiflik kurgularınıda çok severim.
Şimdi bu iki ilgimi çeken konu bir kitapta toplanmış meğerse, ben hiç Osmanlı döneminin hafiye romanlarını araştırmamışım.

Bu yazıyı yazarken biraz araştırdım şöyleki:
Ahmet Mithat Efendi Osmanlı dönemi ilk polisiye roman olan Esrar-ı Cinayeti yamış Bu kitap dönemin hukuk sistemiyle ilgilide bilgi veriyormuş
Daha sonra Peyami Safa, Cingöz Recai serisini yazmış (gerçi bunu Ayhan Işık'ın filmlerinden biliyoruz ama henüz okumadım.)
Ebusüreyya Sami ise Amanvermez Avni'nin Serüvenleriye Osmanlı'nın Sherlock Holmes'ünü kalme almış.

Bizim Avni, polis teşkilatında çalışmakta, ve yardımcısı Arif ile birlikte polisiye olayları aydınlatmaya çalışmaktadır. Avni'nin en önemli özelliği Rumca, Ermenice ve Fransızca'yı bilmesidir; ve kılık değiştirip Galata'da, Beyoğlu'nda Adalar'da, Ermeni, Türk, Arnavut, Rum haydutların peşinde maceradan maceraya koşar. Avni bir süper kahraman değildir ve zayıf noktaları olan normal bir insandır bu yüzden başına türlü türlü işler gelirken akıl yoluyla kurtulmayı başarır bu da romanı gerçekçi kılmaktadır.

Ben özellikle Rumların, Ermenilerin, Arnavutların kılığına girdiğinde onların davranışların sergilerkenki hallerini çok beğendim.
10 tane hikayeden oluşan serüvenler iki ciltte toplanmış, ikinci cildide bulup almayı dşüşünüyorum.
İlgilenenler varsa tavsiye ederim.

Ebusüreyya Sami'nin diğer kitapları:
Körebe / Amanvermez Avni
İskeletler arasında

1 Ocak 2010 Cuma

Yeni Yıl Yeni Hedefler


Dün akşam itibariyle sevgili dünyamız güneşin etrafındaki turunu tamamlayıp geçen sene 31 Aralıktaki başlangıç noktasına varmıştır.  Biz de bunu çoğu insan gibi sayısız yiyecekler eşliğinde bir yemek festivaliyle kutladık. Şarküterilerde patlıcan salatası, acılı ezme, şakşuka, zeytinyağlı dolma kuyrukları oluşurken evlerde fırınlar hindiyle 5 saat mesai yaptılar. Kuruyemişler, meyvalar, tatlılar istiflendi evlere. Ve mideler alabildiğine dolduruldu sanki bir sonraki yılbaşına kadar kıtlık başlayacak havasıyla.
Bilen var mı neden yılbaşı geceleri bir yemek şöleni şeklinde geçer, tasası haftalar önceden başlar, çeşit sayısı ogece gelene kadar hergün artar listede. Bizim evde de hep bu şekilde kutlandı ben küçükken, birde menüyü bir kağıda yazar evde bir restaurant havası yaratırdık hala saklarım onları. Belkide biz doğmadan önce yokluk döneminden kalma bir alışkanlık, büyüklere sormak gerek.
Sonuç itibariyle lezzetli mamaların herbirini tadına bakma merakı ve damaklarımızı zevke boğma sonucunda midelerimizi huzursuz ederek ve diyaframımızıda bir köşeye sıkıştırıp derin nefes almayı biraz erteleyerek yeni yıla girilir vede grimiş bulunuyoruz, hayırlı olsun.

Biz dün geceyi canım arkadaşımın evinde (bayan yemekbahane) yine çok sevdiğim hiperaktif arkadaşım Didem ve ailesiyle beraber kutladık. Mügecim bize özenle ve zevkle harika bir sofra müthiş lezzetler ve sıcacık bir ortam hazırlamış. 


Dün gece dilekler dilendi, hedefler belirlendi. Öncelikle herkese sağlık, huzur ve şans getirmesini ve ülkemizinde çağdaş, aydın ve her konuda bol başarılı olmasını diliyorum.

Gelelim hedeflere. Hedef koydunuz mu? Yapacaklarınıza dair. Hedef koymak bence çok önemli, çünkü hedef gelecek zamana kendi ışığınızı yakmak demektir. Yolunuzun yönünü belirlemek demektir.

Hedeflerimizi belirlerken sanatsal aktivitelerlede yılımızı değerli kılalım.
Mesela ben şöyle bir liste yapmak istiyorum. Sizde kendinizinkini yapabilirsiniz.

-Yıl boyunca enaz 10 kitap okumak. İlk kitabımı seçtim bile, Paul Auster'ın New York Üçlemesi
- Ayda 3-4 sinema seyretmek (en azından evde DVD yoluyla:)
- Yaza kadar enaz 3 tane tiyatro izlemek
- Yazın bir açık hava konserine gitmek
- Film festivalini yakından takip etmek

Şimdilik aklıma gelenler bunlar, haydi başlayalım, güzel bir yıl diliyorum